Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mart, 2019 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Tefsir İhtiyacı ve Sebepleri

Zaman bir müfessirdir. Toplumun yaşadığı hadiseler ve halden hale inkılabı da sırlı ve gizli hakikatleri ortaya çıkaracak keşşaf mesabesindedir. Efkârı amme yani kamuoyunu yetiştirecek ve hocalık yapacak o toplumun içinde bulunan ve umumca kabul görmüş âlimlerin ilmi görüşleri olacaktır. Zaman düzleminde bahsi geçen hakikatlerin birlikteliği yeni ihtiyaçlara hitap edecek cevaplara gebedir. Bu nokta-i zaviyede bu asra hitap edecek kıymetli bir tefsir ihtiyacı gündeme gelmektedir. “Peki bu tefsir nasıl olacak?” sorusunun cevabı ise; Ezeli Kelama israiliyat yani, Yahudi ve Hristiyan dininden ihtida eden âlimlerin zamanla bulaştırdığı ve ne yazık ki; İslam âlemi tarafından bizdenmiş gibi görünün hurafelerden hakikatleri ayıklamakta gizlidir. Bahsi geçen ayıklamayı yapabilmek için “zamanımıza uygun olarak” her biri bir fende uzmanlaşmış tahkik ehli ulemalardan seçilmiş bir meclisin teşkili ile güzellik ve kemalatları içerisini alan bir tefsir yazmak gerekiyor. Asrı ahir h

İnşa Hareketi

Hayatı anlamlandırma sürecinde kesretten vahdete akan bir yol takip edilmesi gerekiyor. Bire ulaşma hedefinden sapmak kesrette boğulmaya, zihinde müşevveşiyete ve ahiri ateşle temizlenmeye kadar varıyor. Bahsi geçen serüvende kırk yıllık tahsilinde dört kelimeye vasıl olduğunu söyleyen Bediüzzaman mühim dörtlünün adlarını da şöyle zikrediyor. Manayı harfi, manayı ismi, nazar ve niyet. Sanattan sanatkara ulaşırken, Rabbi Rahimi ararken, başa gelen musibet ve hastalıklara, eza ve cefalara sabırla mukabele ederken hep bu dört denklemi işletiyor tabiri caizse. Ne gariptir ki Kuranın esasları da tevhid, nübüvvet, haşir ve ubudiyet/adalet olarak dört sayısına ulaşıyor. Akılda ister istemez aradaki bağları sorguluyor! Komprike ve girift bir hayattan birliğe ulaşmak ve bu serüvende bu dört denklemi kullanabilmek son derece muazzam bir mesele. İşlenen bu sistem en zor şartlarda bile metaneti ve istikameti sağlaması ve hayatın içinden çıkılmaz bir hal aldığı zamanlarda çözüm sunabilmes

Aziz Üstadım!

“Vefatım hayatımdan ziyade hizmet edecek” derken; bu kıymetli zamanların geleceğinden emindin. Gözlerin kararlılıkla bakıyordu muhatabına. Bu âleme maddeten veda edişin, âdeta bomba olup patladı o zulmet ve karanlık taşan ufunetli kafalarda. Her zamanki gibi alaylıydı yüzleri. Kıymetsiz hedeflerine ulaşabilme hayalleri nasıl kör etmişti onları. Senin istikbâle seslenişini duymuyordu bir türlü sağır kulakları. Sen istikbale bakarken onlar eğilmiş kendi arzu ve heveslerine ram olmuşlardı. Sen bu dünyaya veda ettin. Şimdi, sana feda olan Hafız Ali, Hasan Feyzi ve diğer talebelerinle birlikte, Resul-ü Ekrem’in (asm) yanındasın. Ebedî âleme intikal ederken hüzün göz yaşları döken Zübeyir’in, Tahir’in, Sungur’un ve sair talebelerinde senin yanına çoktan vardılar. Tasarrufatın devam ediyor biliyoruz. Nurun istifadesine hazır, her ruhun yanında izni İlâhî ile olduğun itikadındayız. Allah nurunu tamamlayacak, bunda hiç şüphemiz yoktur. Sen rahat uyu Üstadım, hizmet emin ellerde. Dâvâna gönül

Bir Başka Zübeyir

Zübeyir en sevdiğim isimlerden birisi... Bu adı her zikrettiğimde acibdir; yıldızları hatırlarım. Dolayısıyla yıldız mânâsına geldiğine inanırım, saklı kapılarımda. “Aziz, sıddık, fedakâr, metin, sarsılmaz...” ve birçok sıfat yakıştırırım sonuna. Evet, Zübeyir fedakârdır, Zübeyir metindir, Zübeyir dikkatlidir vesair... Ziver, bir gün aradığını bulmak ümidi ile çalar kapısını Bediüzaman’ın. Ağlamaklıdır gözleri, dilinden zor dökülür kelimeler zaten. Adını sorar Bediüzzaman, üç defa “Zübeyir hoş geldin” cevabını vereceğini ve yine üç defa “Ziver efendim” cevabını alacağını bile bile. Ziver anlamıştır artık, “kâinata değişilmeyecek biri” olmanın adı; Zübeyir’dir. Hz. Zübeyir... Çok şey anlatır bu isim, çok hüzün vardır içinde. İlk olmanın, fedakâr ve dâvâsına en ziyade sâdık kalmanın ağır yüküdür. Resulullah’a (asm) sadâkatin ilk kılıcıdır. Cennetle müjdelenmek nasıl bir huzur, kim bilebilir ki! Zübeyir, Hz. Zübeyir olmayı düşünmüş müdür bunca fitnenin, günahın arasında acaba? Fenâfil

Nur ismiyle müsemma aynalar

Bir çok haslet sıralanır, Nur ismiyle müsemma Risalelerde. Biz o düsturlara ait bir hayat haritası çizeriz; ömür denilen beyaz sayfalara. Onunla doğru olmayı, onunla diğergamlığı, onunla kardeşliği ve onunla... hâkeza! Nice insanlar değişti, çeki düzen verdi kendisine, tövbe etti geçmiş hatalarından, Nur ismiyle müsemma aynalara bakarak. Evet ayna! Aynaya bakarak düzelir insan. Kendisine çeki düzen verir. Oysa ne çok aynalara ihtiyacımız var! Hakikatlerle tanışan her insan, “ben bu hakikatleri muhtaç gönüllere ulaştıracağım” idealinde ise mutlak surette ayna olmalıdır ve kendi aynasını temiz tutmalıdır. Enfüsîdir onun aynası ve aynasına yansıyanlar şer görünse de, ders alınması cihetiyle hayırdır. İnsan kitap başında da aynadır, kardeş dizinde de, aile ocağında da. İnsan, patron emrinde de, gece uykusunda da aynadır işte! Lâhutî yansımaları beşere ders diye ve henüz aklını kaybetmemişlere ibret diye akseder. Kimse ayranım ekşi veya aynam paslıdır demez lâkin! Ey nefsim! Ne perişan bi

Yeni Zelanda'dan Hareketle

Geniş kitleleri etkileyen vakıalara mukabil ilk tepkiler ne kadar istikamete yaklaşırsa –vakıa menfide olsa- olumlu neticeler alınabiliyor. Mühim olan muhafaza mekanizmalarının sağlam temeller üzerine bina edilmesi hakikatinde. Dünyevi bakış ile menfaat devşirme üzerine kurulu hasta nazalarımız maalesef dehşetli imtihanlarda tamda olayın aktörlerinin istediği istikametsizlikte tavır ve davranış sergilememize ön ayak oluyor.  Heyhat, zalim ve hastalıklı bünyelerin uzak diyarlara ulaşan elleri gibi tahrib reklamını ve jurnalliğini yapmak ne derece bedbaht bir durum. Ahir zamanın en dehşetli imtihanlarından birisi dehşetli cereyanların oyunlarında saklanmış olarak görülüyor. Sağlam temeller derken, sahi üzerine bina edeceğim sağlam temellerim var mı, benim diye; imtihana tabi herbirimiz nefsi muhasebeye kendimizi çekmek mecburiyetindeyiz. Önemli olan sorular şunlar zannımca! Dehşetli cereyanların önünde bir yaprak misali bir oyana bir bu yana sürükleniyor muy

“Keyfiyet, keyfiyet” diye haykırasım geliyor!

Değer biçildiğinde bir avuç altının bir kamyon çakıltaşına bedel olduğunu görüyor ve kezalik sayının ziyadeliğinin pekde keyfiyet anlamına gelmediğini düşünüyorum. Hele taraftar çokluğunun, fazlalığın, doyumsuz biriktirmenin her Allah’ın günü, gözlere sokulurcasına işinde bulunduğumuz zamanı ahirde reklâmının yapılmasındandır ki; keyfiyet, keyfiyet diye haykırasım geliyor. Insan yetiştirmede de bu böyle, ihtiyaç gidermede de, ahirete azık toplamada da... Bizleri el emel zirvesinden yeis ve ümitsizliğin bataklığına sürükleyen bu hastalık değil mi zaten? Fazla; kime göre, hangi kıstasa göre? Ahiret cihetinde daha çok sevabım olsun hırsı, şimdinin daha fazla müşterisi olan fabrikasyon ürünlere benziyor olması ne kadar da mânidar. Daha çok, daha çok derken kaliteden taviz verip, yetmeyen kuvvetimizi ümitsizliğe emanet ediyoruz. Sanki ahirette bizi kurtaracak olan Allah’ın rahmeti değilde, o çok fazla amellerimiz. Kendini sorgulamalı insan. Neden bu dünyaya geldiğini ve hangi

Elmas ile Kömür Farkı

Nurun müellifi, asrın bedîsi acibdir; Nurun satırlarında imtihan sırrını izah ederken elmas ile kömür ikilisini kullanır. Sathî bir nazarla, birbirine benzeyen insanoğlu aslında imtihan sırrı gereği birbirinden tefrik edilir. Sıralamalar belirlenir, hediyeler verilir, sonuçlar açıklanır, kazanana mükâfat verilirken, kaybeden mücâzata çarptırılır. Tabiri diğerle Ebubekirler Ebucehillerden ayrılır. Tabiri bir diğerle, elmasla kömür belli olur. Peki nedir bu elmasla kömür farkı? Niçin, başka madenler değil de, bu cevherler nazara sunulmuş? Klasik yaklaşımda elmas ve kömür aynı maddeden müteşekkil olmasına rağmen, atomlarındaki diziliş farklı olması kıymetinde uçurumlar barındırmasına sebep olmuştur. Beşerde bahsi geçen maddeler gibi yapısı aynıdır. Topraktan yaratılmıştır ve aynı zamanda nevî insan etten ve kemikten ibarettir. Beşerin kıymetinin ortaya çıkması için nasıl imtihan gerekiyorsa; elmasın da elmas olabilmesi için sıkıştırılması gerekiyor. Velhasıl; imtihan ve sıkıştırılma bir

Hatırlatmakta fayda var!

Mekânın, zamanın, boğazına kadar meşguliyetin, yetersizliğin, cehaletin vesair, bir çok sebebin neticesi; muhatap olduğumuz kardeşimize, abimize, bir tanıdığımıza meramımızı anlatamadan tartışmak, sinirlenmek, bağırıp çağırmak ve küsüp terk etmek oluyor. Bir mevzuyu izah etmek ve muhatabımızı ikna etmekten ziyade; üstün gelmek, mukalemede galip olmak arzusu bize hükmettiği için söylediklerimizi de tesirsizleştiriyor ve söyleyeceklerimizi de ya unutturuyor ya da daha sert üslûp cesedleri giydirerek işin içinden çıkılmaz bir hal aldırıyor. Oysa ne güzel söylemiş Asrın Bedisi; “Eğer bir meselenin münâzarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulu

Üslûb, mânâ ve nazar!

“Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızasını tahsil etmeye mecburdur… ”1 düsturunu defalarca okumama rağmen bahsi geçen prensibe münafi hareket ettiğim için en son söyleyeceğimi en başta zikretmek istiyorum, özür dilerim! Olumsuzlukları, eksiklikleri, hataları nazara vermek pek adetim olmasa da bu meseleyi ifade etmeyi hem bir kefaret, hem nefsime bir ders, hem bir faydam dokunur diye nazara sunmayı üzerime bir borç olarak görüyorum. Hz. İbrahim’in müşrik olan babasına hitabını hepimiz okumuş en azından duymuşuzdur. Hani babasına demişti: “Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana faydası olmayan şeylere niye tapıyorsun? “Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola ulaştırayım.”2 Babası Azer’in olumsuz cevap verdiği hepimizin malûmu, ama hitabın tesirine maalesef şu vakte kadar cahil kalanlardanmışım. Ey babacığım hitabına mukabil eminim baba Azer muhabbetle mukabele etmiş, popüler tabirle gardı düşmüştür, dâvâsında

Yükü Yerde Bırakmayanlara

Hakikat müntesiplerinin hakikate olan sadakati ve bağlılığı gereği birçok imtihanlarla karşılaşacağı ve çeşit çeşit musibetlere giriftar olacağı gayet bedihidir. “İman ettik deyince sizleri başı boş bırakıp imtihan etmeyeceğimizi mi sandınız,”1 ayeti kerimesi bunun bir bakıma ikrarı. Uhud, Bedir, Hendek, Sıffin, Cemel, Hayber ve sair meydanlar izah etmeye çalıştığımız imtihanların birer mücessem örneği olarak asrı saadetin şanlı sayfalarında yerini almıştır. Eskişehir, Denizli, Afyon Medrese’i Yusufiyeleri de zamanı ahirin şiddetli sadakat imtihanlarının yaşandığı alanlar olarak tarihe kıymetli birer not olarak düştüler. İmtihanı kazananlar Isparta kahramanlarına arkadaş olma müjdesi ile bu dünyadan ahirete baki meyveler bırakarak göçüp gitti. Kaybedenleri varın siz düşünün… İmtihan bitmediğini her geçen gün şiddetlendiğini, zira ahir zamanın dehşetli olacağını ve gittikçe dehşetleneceğini hadislerden müşahede ediyoruz. Her ne kadar hakikat müntesipleri olarak eski zamana nazaran ma

Vakit Geçmeden!

İnsan, beyaz sayfalar gibi değil ki, bir çevirmede, bir silmede tertemiz olsun. Ya da mükemmel bir kalem değil ki hep doğruyu yazsın, tam olsun, kemal bulsun. Tekâmül süreci gereği her bir şeyi tedrici olarak, düşe kalka öğrenir. Elhasıl insan ilim ve duâ vasıtasıyla tekâmül etmeye geldiği bu dünyada, nefsine uyduğu zaman yenilenmeye ihtiyaç duyuyor. Bazen hata yapar, günaha girer. Günaha giren bir insan, ümitsizliğe düşerse, tehlike büyür. Ama, “Allah’dan ümdinizi kesmeyin” müjdesini anlarsa, ümidini kaybetmez, tövbe eder, inşallah korktuğu günahlardan kurtulur. Son tahlilde ümit vermek ve ümitvar olmak son derece önemlidir. Her anı, her hali, her kali biribirini tutmayan insan, istikamet üzere ayakta durmak için çok dikkatli olmalıdır. Zahiren durur görünen insanın aslında hep yürüdüğünü daha doğru bir tabirle, hep yürütüldüğünü bildiğimiz için, uyarıcı levhalara dikkat etmemiz gerektiğini unutmamalıyız. Uyarıcı levhaların ve hayatımıza çeki düzen verecek aynaların var olması, ahir

Reçete belli, tabib belli, netice?

Maddî ve manevî buhranların yaşandığı dehşetli bir zaman dilimindeyiz. Kimilerine göre sahabeleri bile endişelendiren ve “ecirna ecirna” dedirten zaman henüz gelmedi! Lâkin numuneler ve işaretler “kimilerini” haksız çıkaracak mahiyette. Dünyasını ahiretine tercih edenler de manevî çalkantıların bu asırdaki en büyük temsilcileridirler. “Mariz bir asır” sıfatı ne kadar da yakışıyor; sureten ziynetli, hakikatte tevahhuş edilecek bu zamana. İkinci olarak; Her devre manevî bir reçete dolayısıyla tabibler gerekiyordu. Yaratıcı da bu ihtiyaca binaen peygamberleri ve evliya zatları vesile yaparak; küllî iradesini taalluk ettirmiş. Şahısların yanında devletler, milletler ve topluluklar da yeri geldiği zaman ve mekânda bu vazifeyi deruhte etmekten çekinmediler, medeniyetler inşa ettiler. Muhafaza ettiler mânevî, mukaddes emanetleri. Yeri geldi çöktüler, ama yerlerine yeni bayraktarlar geldi. Bu zaman zarfında belki de Ezelî Kelâmın en uzun bayraktarlığını ve muhafazasını yapan bir millet göze

Ölümdü Sayfa Sayfa Karşılaştıklarımız

Zamanın behrinde bir grup gönüldaşla beraber elimizdeki nurun hakikatlerinden istifade ve istifaza niyetiyle bir mübarek mekânda beraberdik. Risale-i Nurun bağrında sakladığı nazlı hakikatleri çok iyi bilenlerle beraber, henüz tanışmış olanlar ve o solukla programa iştirak edenlerin de aramıza katılması bizleri memnun ve mesrur etmişti. Okuyorduk; anlamaya, anlatmaya ve kâmetimiz miktarınca -günahtan bir nebze soyutlanmış mübarek mekânda- yaşamaya çalışıyorduk. Okudukça değişenler nazarlarımıza çarparken, katarakt gibi yağan hakikatlerden sırılsıklam ıslanmayı en büyük maharet sayıyorduk. Meraklı olan merakını gidermek, yeni tanışan anlamadığı yerleri anlamak için soruyor, gavvas olanlar da derinlerden çıkardığı kıymetli parçaları bizlere takdim ediyordu. Mükremin, genç ve Nur’un hakikatleri ile yeni tanışmış olarak aramızda olanlardandı. Günler ağır ağır ve dolu dolu akarken bir sohbet neticesinde hepimizi şaşırtan bir çıkış yaptı, genç ve yeni tanışmış kardeşimiz. “Ağabey! Kaç gün

Aklı Önceleyen Akla Mugayyir Haller

Okuyorum bir türlü anlamıyorum. Risale-i Nur’la yeni tanışanların en büyük vartalarından birisidir bu! Kimileri sırf bu vartadan dolayı uzun soluklu iman kurtarma hareketini, ne yazık ki; erken sonlandırdı. Kimileri de bekledi, bekledi ve sabrını nerelerde kullanacağını öğrenip Nurdan aldığı cihazlarla âlem-i asgarında mükellef olduğu cihad-ı ekberini bilfiil yerine getirdi. Öte yandan; Nurları okuma ve anlama adına birçok kitap yazılmış ve yazılmaktadır. Allah onlardan razı olsun. İstifadeye medar birçok hakikati ve gidilecek birçok menfaatli yolu göstermişler. İstifade ve istifaza dileyenler bahsi geçen yardımcı kitaplara başvurabilirler. Biz de bu satırlarda belki onlarında tadat ettiği birkaç usûl ve yöntemle beraber, bu garip vartanın ya da haleti ruhiyenin mahiyetini sorgulamaya çalışalım. Ehl-i dalâletin bu mevzunun anlaşılmıyor kısmını, sıkça dillendirdiğini ve ehl-i diyanetinde bu konu hakkında zaman zaman sitayişkârane bahsettiğini müşahede ediyoruz. Kimileri zaten tenkit

Onlar Ağır İmtihandalar

Bediüzzaman, ahirzamanın bazı hocalarından bahsederken “su-i müteşeyyih” olarak tarif eder. Onlar şeyhlik taslayan hoca kılıklıdırlar. Diğer bir ifade ile onlar kuzu postuna bürünmüş kurt cinsindendirler. Bediüzzaman tarafından haberi verilen bu güruh dünyaya öyle rağbet göstermişler ki müridlerinin, talebelerinin avuçlarındaki dünyalıklarına dahi göz dikmişler. “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler” âyetinin tesbiti üzere, “zaman-ı ahirin veletleri” dünyanın maddesine, kışrına nasıl talip olmuşlarsa “zaman-ı ahirin hocaları” da bu sofradan bir cihette nasibini almışlar. Dünya derdi, geçim sıkıntısı, maişet telâşesi bu yanılgının başlıca sebebi olmakla beraber, bir bakıma dünyayı ahirete tercih et/me/mek, “zaman-ı ahirde” hoca olmanın çetin ve ağır imtihanı olmuştur. Bu gidişata, bu çetin ve ağır imtihana mukabil bu satırlarla yapmaya çalıştığımız gibi, sözle bir dur demenin ötesinde Üstadımızın hayatında bir madalya olarak taşıdığı gibi, fiilen bu sorunun tekzibi lâ

İstikbal İslamiyetin Olacak

İslâm’ın ve Asya’nın geleceği asr-ı ahirin seyir tepelerinden gayet parlak görünüyor. Asya’nın evvel ve ahir mutlak hâkimi olan İslâmiyetin galip gelmesi için, karşı konulmaz birçok kuvvetler bir araya gelmekte ve beraber hareket etmektedirler. Bunlardan; Birincisi: İlim ve medeniyet ile cihazlanmış olan İslâm’ın hakikî kuvvetidir. İkincisi: Kemâlâtın başlangıcı ve vasıtalarla cihazlanan şiddetli ihtiyaçlar. Üçüncüsü: Asya’nın sefaletini ve başka yerlerin refahını müşahede edenlerde ortaya çıkan uyanmak meyli ve her hal ve şarta hazır olmaya vesile olan gıpta, rekabet ve gizli kin beslemek. Dördüncüsü: Tevhid inancına sahip olanların bir ağızdan konuşmaları, zeminin özelliği olan dengeli olmak, huyları aslına zarar vermeden onarmak ve zamanın ziyası olan zihinlerin aydınlanması ve medeniyetin hükümler manzumesi olan fikirlerin birbirine eklenerek birbirine kuvvet vermesi ve bedevi olmanın getirdiği fıtratın selâmeti ve zaruretin meyvesi olan hafiflik ve teşebbüs cesareti

Adalet ve İsmi Adl Tefekkürü

Adalet, ezeli kelamın dört ana esasından birisidir.1 Rabbimizin Adl ismine tekâbül etmektedir. Adl ismi kudsisi Nur Risalelerinde İsmi Azamı taşıyan altı isimden biri olarak 30. Lema’da yerini almıştır. Ezeli kelâmın her bir âyetinde adalet esasını bulabileceğimiz gibi Nur Risalelerinin de her bir parçasında –ezeli kelâmın bu zamanda manevî bir mu’cizesi ve tefsiri olması hasebiyle- adalet hakikatinin varlığına şahidiz, denilebilir. Hicr Sûresinin 21. âyeti2 Adalet hakikatinin tanımı olarak kabul edilebilir. Her şeyi belirli bir miktar ile indirme ve o miktarı indirenin hikmetli, iktisadlı, nezafetli vesair sıfatları üzerinde taşıyan “bir Zat” olarak kabul ettiğimizde adalet üzerinde kapalı zihin kapılarımız yavaş yavaş açılmaya başlamış olacaktır. Adalet hakikati düşünüldüğünde, adalet-i mahza, adalet-i izafiye, Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra), büyük suçların büyük mahkemelerde, küçük suçların küçük mahkemelerde görülmesi, ezeli kelâmın kanunî esasileri olan “Hiçbir günahkâr başkasının

Küfre Yardım ve Yataklık

İmanı hakkal yakin mertebesine çıkarma ve imanları takviye etme çalışmalarının geneline iman hizmeti denilir. Dolayısıyla hizmet ediyorum tabiri, imanın cereyanında olanlar tarafından dillendirildiğinde bahsi geçen mânâ akla gelmelidir. Şimdilerde hizmet etme telâffuzunun altı boşaltılmaya çalışılsa da hiç olmazsa bizler, Risale-i Nur müntesibleri olarak, bu kavramı koruma derdinde olmalıyız. Bu kısa izahattan sonra temelini doğru anladığımız binanın başka bir mevzuuna giriş yapabiliriz. Hizmet zamanların da nefsini atıl bırakmak, geri planda kalmak, tembellik etmek, bananecilik tavrı sergilemek… Diğer bir ifade ile ücret ve mükâfat zamanlarında; yani menfaatin dağıtılma zili çaldığında en ileride olmak, “ben buradayım” demek, rekabet içerisine girmek… Düşünün ki bu para olabilir, makam olabilir, herhangi bir lezzet olabilir...! Bediüzzaman, bu garip hali dalâlet olarak tanımlar. Yoldan çıkmak mânâsına gelen bu ifadeyi, iman cereyanından sapmak olarak anlarsak h

Külfeti Bırakmak Adına

Zaman süratle ilerlerken, aynı zamanda yaşamak tekalifini diğer bir ifade ile dünya yükünü süratle ağırlaştırıyor. Eski zamanda zaruri ihtiyaç dediğimiz dört, beş şeye muhtaç olan insanoğlu; şimdi ihtiyaçlarını yirmi otuza çıkarmış durumda. Zaruri olanların haricindekiler de zaruri sınıfına bir şekilde kendilerini kayıt ettirmişler. İktisatsızlık, israf, ilahi hikmetin haricinde yapılan harcamalar bahsi geçen vahim neticeyi doğururken, aynı zaruriliğin içindeki alışkanlıklar da hayatın birinci maksadı haline gelmiş bulunuyor. İhtiyaçlar -iktisatsızlık ve israfın neticesinde gelen bereketsizliğin tesiri ile- tüm zamanını alacak bir çalışmayı, biçare insanın omuzlarına yüklemiş durumda. Bir evim, bir arabam, bir telefonum, bir ayakkabım, bir elbisem, vs. önüne koyulan katsayıların ne kadar arttığı hepimizin malumu. Tekraren zikredilen bir’lerin de zaruri olup olmadığını varın siz düşünün! Doymak bilmeyen ve içine aldıkça genişleyen, dünyaları dahi versen “Daha yok mu!” diyecek kadar; i

Oku ki Şevkin Kaçmasın

İmana hizmetin en lüzumlu teçhizatlarından birisi hiç şüphesiz şevktir. Şevk; gayret, heyecan, istek, arzu, mutluluk, huzur vesair kelimelerden müteşekkil bir kale gibi. İmana olan hizmeti dolayısıyla imanı koruyan bir kale. Şevk dolu olan Risale-i Nur müntesipleri, vazife olarak deruhte ettiği hizmeti külfet olarak görmez. Yaptığı işten zevk ve lezzet alır. İstenilen sonuca ulaşmak adına şevki olanlar olmayanlara nispeten hep pozitif, hep müsbet, hep kıymetli kalacaklardır. Bahsi geçen kıymetliler etraflarının harekete geçmesine; kezalik imana hizmetin dalga dalga artmasına, yayılmasına, muhtaç gönüllere ulaştırılmasına hep ön ayak olacaklardır. Meşhur bir söz var, Ashab’a atfedilen, “onlar öndeler” diye başlayan. İşte o önde olanlar hayat atiyyesini taşıyan matiyyeler olarak şevkle dolup taşmaktadırlar. Kıymeti neticeleri sayıldığında Rabbi Rahimin mükâfat ve hediyelerine mazhariyet derecesine kadar ziyade olan şevkin, şevkli olmanın, şevkle dolmanın elbette bir çok ön şart ve ger

Kapındaki Dost!

Ölüm her an gelebilir. Hazırlıklı olmakta fayda var. Lâkin dünya malına fazla sarılanların ölüme muhatap olması, dünyayı bir mezra ve ahirete ait ticaret sahası olarak görenlere nazaran daha şiddetli oluyor. Her ayrılan; “ben gidiyorum” deyiverecek kulaklarına. Firak ve ayrılık bağlandıkların kadar ziyade olacağı gibi ayrılamadıkların nispetinde de acı verecek. Dünya ile düz yaşayana lâfımız. Hani o hiç bitmeyecekmiş gibi rüyasının sabahına uyanmak istemeyene. Dünyevîleşmenin dibini görenlere işte! Ölüm, ya en mutlu anında yaklaşacak yanı başına ya da en kederli anında bir keder daha katacak sıkıntılı ruhuna. Ölüm meleği, Rabbi Rahime; “ibadın benden şekva edecekler” diye, niyaz ederken onlar, hiç tanışık olmayıp ölümüne şahit olanların nazarına hastalık kaza ve musîbet gibi perdeler çekiverecek İzni İlâhî. Ölüm sandığın gibi başıboş olmayacak elbette. Bir hikmete binaen gelecek başına. Rabbi Rahimin bir mahlûku o haddi zatında. Sana külfet olacağı gibi çok hikmetleri olan, cüz’î şe

Beriye Aldırmadan Ötelere Hazırlanmak

Mevcudatın tamamı vazifelerini yerine getirmek için canla başla çalışıyor. Adeta kemale ulaşmak adına birbirleri ile yarışıyor ve verilen vazifeleri emir tekrarına bile lüzum kalmadan yerine getiriyor. Zehirli sinek bal yaparken, elsiz böcek ipeği üretirken, güneş ısıtırken, kamer ışıtırken, dünya dönerken; başkalarının ne yapıp ne yapmadığına aldırmadan hareket ediyorlar. Kesretle yaratılanlar vazifelerini coşku ile yaparken; yalnız başına dünyanın sobası olan güneş ve lambası olan kamer ve durmadan dönen ve dönmekle beraber hayat sahiplerine eşsiz sofralar sunan dünya; gaflete dalmış aşıkların, avanelerin, divanelerin; “yeter artık dönme, doğma, ışığını kapat” gibi nidalarına aldırmıyorlar bile. Gel gelelim mevcudatın içinde işini aksatan bir tek varlık var; o da nisyana müptelâ olan insan. Mevcudata müdahale yetkisi verilen insan, kendisine vedia bırakılan cihazat ve donanımları ya atıl bırakıyor ya da boşa çalıştırıyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de vazife başında olan diğer

Arkadaşımın Sanalı Gerçeği

İnsan ontolojisi ve arkadaşlık ihtiyacı İnsan haddizatında yalnız olmayı, yalnız kalmayı, en yalın hali ile yalnızlığı pek hazmedemez, kabullenemez. Birileri elinden tutmalı, omuz vermeli en zor anlarında, birilerine dertlerini pay edebilmeli; kimsesizliğine, yalnızlığına çare olmalı yine o birileri son tahlilde. Nazik ve nazenin yaratılan insan, bu dünyada dünyasının dizginlerini elinde tutamadığı için hadsiz düşmanlara mukabil acziyetini ortaya koyduğu gibi; ebed için yaratıldığından ve ebede has hususiyetler verildiğinden dolayı elini uzatıp yetişemediği hayallerine mukabil tam bir fakir! Ontolojik olarak aciz ve fakir olan insanın bahsi geçen arayışı da kendini tam etmek adına, yaralarına merhem bulmak umuduyla yaptığı bir gereklilik. Bu arayışta acizliğini ve fakirliğini gidermek söz konusu değilse de başka bir dünyalı aynı hâle giriftarlığı hasebiyle, yalnız kalmamaya geçici bir vücut rengi olabilir. Dolayısıyla arkadaş, dost, enis insan için bu dünyada fevkalade önem

Üç Duygu, Üç Meslek

Beşere saadeti getiren Kur’ân-ı Kerîm, iffet söz konusu olduğunda kadınların örtünmesi hakikatinden evvel mü’min erkeklere seslenerek onların göz kapaklarına hâkim olmasının daha mühim olduğunu ihtar etmektedir. 1,2  Said Nursî’nin yaşadığı, yazının devamında zikredilecek iki hadiseden hareketle, İlahî bir emir olan “Mü’min erkeklere söyle gözlerini haramdan sakınsınlar” uyarısına mukabil, söz konusu sakınma eyleminin nasıl yapılabilirliğini çıkarabiliriz. İlmî meşguliyet ve devamında da hayvanî hislere geçit vermemek, biri birini gerektiren, getiren eylemler. Said Nursî ilmî derinliğini daha da arttırmak için 19. Yüzyılın ahirinde zengin bir kütüphaneye sahip olan Van Valisi Ömer Paşa’nın evinde ikamet etmeye başlar. Aklını deha derecesinde kullanma kabiliyetinde olan Said Nursî, ilmî meşguliyetlerinin ziyadeliğinden dolayı yanı başında olan paşa kızlarını birbirinden ayıramamaktadır.  3 Said Nursî’nin hayatını nazarî bir bakış açısıyla dahi inceleyen her bir kişi bu hadiseyi t